Date:    Fri, 12 Sep 2003 18:10:35 +0100 (BST)

Subject:           [uddo] Bir öykü ve düşündürdükleri...

 

Değerli Arkadaşlar,

 

Bugün bir meslektaşımızdan bir mektup geldi. Aslında su çok iyi bildiğimiz “Tavuk Suyuna Çorba” türünden bir öykü... Ama ara sıra böyle öykülere gerçekten gereksinimimiz var. Hem kendimiz, hem de öğretmek ve öğretirken de gerektirdiği sabırdan dolayı “Peygamber mesleği” denilen öğretmenlik mesleğimiz açısından. Size öykünün girişini sunuyorum, tüm çocuk sahibi meslektaşlarımızdan (ve de özellikle babalardan) öykünün yıkımsal etkisinden dolayı şimdiden özür dileyerek:

 

 

Durun ve Düşünün

 

 Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yasındaki oğlunun  gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle, kamyonunun kaportasını  mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle  vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş.  Doktor çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da, elinden  bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış.  Çocuk ameliyattan çıkıp, gözlerini açtığında, bandajlı ellerini farketmiş  ve gayet masum bir ifadeyle, "Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok  üzgünüm," demiş ve sonra babasına su soruyu sormuş: "Parmaklarım ne zaman  yeniden çıkacak?"

 

 

Aslında bu öyküyü kendi yaşamımıza ve dersliklerimize uygulamak o kadar kolay ki, belki de her güne 1-2 tane düşüyor olabilir bile... Kuskusuz (İnşaallah!) çocuklarımızın parmaklarını kırmıyor ya da öğrencilerimizi pata-küte dövmüyoruz. Ama özellikle ilköğretimde çalışan meslektaşlarımızın kimi zaman “zıvanadan çıktıkları” bilinen bir olgu. Oysa ki bir başka gün, bir başka yerde ayni çocuk yüzümüze nasıl da içinden gelen bir masumluk ve temizlikle bakacaktır. Belki de en kötüsü böyle bir durumda, “Yahu ben ne yaptım, keşke azarlamasaydım, o lafları söylemeseydim,” demek yerine, “Suna da bak sanki dün beni delirten bu velet değil!” diye düşünmektir.

 

Yani ilköğretim için böyle de ortaöğretimin sancılı ergenleri için böyle değil mi? Birkaç meslektaşımla söyleşirken kendilerini etkileyen öğretmenlerden söz ettiklerinde büyük çoğunlukla ortaokul öğretmenlerini söylediklerinin ayırdına varmıştım. Aslında benim de İngilizce alanına yönelmemde ortaokuldaki sevgili İngilizce öğretmenimi sevmemin payı vardır. Çocuklar unutur – belki... Ama ergenler?

 

Peki, yetişkinlere gelelim. Yüksek öğretimde ya da özel dershanelerde ders veren meslektaşlarımızın durumu çok mu başka olacak? Kendimizi düşünürsek, hani koca adam olduk, ama birisinin söylediği “gıcık” bir laf ya da yönelttiği tavır bütün günümüzü bozmaya yetmiyor mu? Yetişkinlerle belki daha da kötü. Çocukların ne hissettiklerini hemen anlayabiliyoruz. Ergenleri ya o anda ya da bir süre sonra anlayabiliyoruz. Ama yetişkinler duygularını bastırma ve yasamla bu biçimde savaşma yolunda olduklarından duygularını ortaya dökmüyorlar. Sonra bir zaman bir yerde anlıyoruz ki bizim söylediğimiz bir söz, yaptığımız bir say kendilerini ne denli devasa boyutlarda etkilemiş...

 

Bana gelen mektupta özgün yorum söyle sürüyor:

 

 Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu  öyküyü anımsayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi  anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan  kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; Genellikle kişiyle  performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata  yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insani sonsuza kadar  rahatsız eder. Durun ve düşünün. Harekete geçmeden önce düşünün. Sabırlı  olun. Anlayış gösterin ve sevin.

 

Evet, anlayış göstermek ve sevmek. Bu ne kadar kolay? Bu ne kadar yapılabiliyor? Hiç birimiz melek değiliz. Üstesinden gelemeyeceğimiz öfkelenmelerimiz hiç kuskusuz vardır. Ama en azından biraz çaba göstermek gerekiyor. Herkese ve her şeye. Öncelikle de öğrencilerimize. Birlikte bir yüksek lisans tezi hazırladığımız meslektaşlarımızdan birisinin subay babası anlatmıştı. “Ben hiçbir zaman anında sert bir tepki vermiyorum,” demişti. “Mutlaka durup içimden 10’kadar sayarım. Öncesindeki duygularımla sonrasındaki duygularım arasında çok fark oluyor. Hele bir de bir sonraki güne bırakırsam, ertesi gün sabah uyandığımda zaten her şey bitmiş, geçmiş oluyor.”

 

C.A.Curran’ın ilkelerini Carl Rogers’ın ünlü “Humanistic Psychology”sinden aldığı “Community Language Learning” içinde en belirgin anlatımıyla yer bulduğu biçimiyle: Bizler öğrencilerimiz için varız. öğrencilerimiz bize gereksinim duyuyor kuskusuz. Peki ya biz? Biz de onlara gereksinim duyuyoruz. Çünkü öğretilecek kimse olmazsa öğretecek kişinin ne işlevi kalır?

 

Yukarıdaki öykünün sonu sizce nasıl bitecek dersiniz? Bunu yukarıda kendi yerine yazmadım. Özgün sonu aşağıda okumadan önce bir düşünebilir misiniz acaba?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

babası eve dönmüş ve intihar etmiş.

 

 

Yaşamı bırakmak.

O sınıfı bırakmak.

Öğretmenliği bırakmak...

 

Bu öyküyü siz nasıl bitirmiştiniz?

 

bırakmak demek vazgeçmek demektir. Vazgeçmek demek yenilgiyi, başarısızlığı kabul etmek demektir. Umudu yitirmek demektir. Bizlerin öğretmenler olarak, eğitimciler olarak böyle bir şansımız, böyle bir lüksümüz bulunmamaktadır. Bizler hiçbir zaman yenilgiyi, öğretmenlik başarısızlığını kabul edemeyiz. Umudumuzu yitiremeyiz. Vazgeçemeyiz. Sabrımızın tükenmesine izin veremeyiz. Her zaman için araştırmak, okumak, denemek, sonuçlarını değerlendirmek, bilgi ve deneyimlerimizi başkalarına aktarmak, paylaşmak ve daha iyisini ve daha da iyisini ve daha daha da iyisini yapmak için ömrümüzün sonuna kadar bir savaşım içinde olmak durumundayız.

 

İste öğretmenler bu yüzden çok özel insanlar değil mi? İste bu yüzden tüm toplumlarda halkın gözünde öğretmenlerin bambaşka bir yeri yok mu? Hangi meslekten olanlara isimleriyle değil de meslekleriyle seslenilir? “Doktor Bey,” deriz; “Doktor Hanim,” deriz; “Mühendis Bey,” deriz, “Mühendis Hanim,” deriz ... ya da “Hocam,” deriz; “Hoca hanim, “deriz. Pek azdır böylesi meslekler.

 

Ben kişisel olarak bana bu öyküyü gönderen Sayın Ahmet Kaplan’a (ve kendisine gönderen Sayın Mehmet Karaman’a) teşekkür ediyorum.

 

...Ve tabii benimle bu duygularımı paylasan siz değerli meslektaşlarıma da, sabırla okuduğunuz için.

 

Sağlıkla, sevgiyle, mutlulukla, sabırla kalın.

 

Selam, sevgi ve saygılarımla,

 

Aybars Erözden